3 Temmuz 2005 tarih ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8/K maddesine 23 Mart 2023 tarih ve 7442 sayılı Kanunun 37’nci maddesiyle eklenen ikinci fıkrası, Tarım ve Orman Bakanlığına,
“mülkiyeti gerçek ve tüzel kişilere ait olup, hisselilik, mülkiyet ihtilafı, parçalılık, tarımsal faaliyete son verilmesi, göç veya başka bir sebeple üst üste iki yıl süreyle işlenmeyen tarım arazilerini tespit ederek, ekonomiye kazandırılması ve kamu yararına kullanılması için bu arazileri kira geliri arazi maliklerine ait olmak üzere ve arazinin vasfının değiştirilmemesi şartıyla sezonluk olarak rayiç bedelden aşağı olmamak üzere kiraya ver(me)”
yetkisi vermektedir.
Tarım ve Orman Bakanlığı, adı geçen Kanuna dayanarak “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik”i hazırlamış ve 22 Ağustos 2024 tarihli Resmî Gazetede yayınlamıştır.
Çiftçiler Sendikası (ÇİFTÇİ-SEN) tarafından bu Yönetmeliğin iptali istemiyle Danıştay Onuncu Dairesinde iptal davası açılmıştır. Bu davada davacı tarafından bu Yönetmeliğin dayanağı olan 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8/K maddesinin ilgili fıkralarının Anayasanın çeşitli maddelerine aykırı olduğu iddiasıyla Anayasaya aykırılık itirazında bulunulmuştur.
ÇİFTÇİ-SEN’in internet sitesinde yer alan 20 Ağustos 2025 tarihli açıklamadan Danıştay Onuncu Dairesinin bu davada davacının anayasaya aykırılık itirazını kabul ederek Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verdiğini öğreniyoruz [1].
Danıştay Onuncu Dairesinin bu ara kararının tarih ve sayı bilgisine ulaşamadık. Keza söz konusu ara kararı, Danıştayın sitesinde güncel kararlar arşivinde [2] veya Danıştay karar arama menüsünde [3] bulamadık. Söz konusu karar bir ara karar olduğu için, bu kararı bulamamız tamamıyla normaldir.
Karar hakkında davacı ÇİFTÇİ-SEN’in vekili avukat Fevzi Özlüer’in yaptığı bazı açıklamalara ulaşılabilmektedir. Sayın Özlüer’in aktardığına göre, Danıştay Onuncu Dairesi, bu ara kararında, söz konusu “Yönetmelik ve kanun değişikliği(nin) çiftçiyi tamamen devre dışı bırakmakta, idareye sınırsız ve keyfi takdir yetkisi tanımakta ve mülkiyet hakkının özüne dokunmakta” olduğunu gözlemlemiş ve bu nedenle Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine başvurmuştur [4].
Ben de “üst üste iki yıl süreyle işlenmeyen tarım arazileri”nin maliklerinin rızaları olmaksızın Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından kiraya verilmesini öngören 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8/K maddesinin ilgili hükmünün apaçık bir şekilde Anayasamıza aykırı olduğunu düşünüyorum. Düzenlemenin Anayasaya aykırılığı konusunun ayrıntılarına burada girecek değilim. Beni bu makaleyi yazmaya iten asıl şey, bu düzenlemenin Anayasamıza aykırı olması değil, bu düzenlemenin bu topraklarda iki bin yıldır hakim olan hukuk anlayışı ile insanı isyan ettiren bir düzeyde tezat içinde bulunmasıdır. Meselenin Roma hukukunda ve İslâm hukukunda görünümü şöyledir:
Bilindiği gibi mülkiyet hakkı, iki bin yıldır, sahibine o eşyayı “kullanma (usus)”, ondan “yararlanma (fructus)” ve onunla ilgili dilediği “tasarrufta bulunma (abusus)” yetkisini veren tam ve sınırsız bir aynî hak olarak tanımlanmaktadır. Hukukta mülkiyet şu meşhur Latince özdeyişle tanımlanır: Dominium est ius utendi, fruendi, abutendi re sua (Mülkiyet, malını kullanma, malından yararlanma ve malının üzerinde tasarrufta bulunma hakkıdır).
Yararlanma ve kullanma yetkileri, hâliyle yararlanmama ve kullanmama yetkilerini de içerir. Zira bunlar ödev değil, yetkidir. Malik isterse malını kullanır; isterse kullanmaz. İsterse onun ürünlerinden yararlanır, isterse yararlanmaz. Bu onun yüce gönlünün bileceği bir şeydir. Malikin malı üzerinde sahip olduğu bu hakkı, “kullanma (usus)”, “yararlanma (fructus)” ve “tasarrufta bulunma (abusus)” yetkilerinin özüyle bağdaşmayacak şekilde sınırlandırırsanız, artık bu hakka “mülkiyet hakkı” denmez.
İslâm hukukunda da mülkiyet hakkı, sahibine, hukuken inhisarî ve herkese karşı dermeyan edilebilir nitelikte bir tasarruf yetkisi olarak tanımlanmıştır [5]. Yine bu tanımda geçen “tasarruf yetkisi”nin, “yararlanma (intifa)”, “kullanma (istimal)”, “tüketme (istihlak)”, “değiştirme (tebdil, tamir)” ve “elinden çıkarma” yetkilerini içerdiği kabul edilmiştir. Yani malik, “gerek gördüğü ve ihtiyaç duyduğu her türlü tasarrufta bulunabil(ir)” [6]. Hâliyle, bu yetkiler, bu yetkileri kullanmama yetkilerini de içerir. Malik dilerse malını kullanır, dilerse kullanmaz; dilerse malından yararlanır; dilerse yararlanmaz; dilerse malını satar, dilerse satmaz; bu onun keyfinin bileceği bir şeydir.
Burada “keyif” kelimesini kasten kullandım. Zira Mecellenin mülkiyet hakkının düzenlendiği 1192’nci maddesinde “herkes mülkünde keyfe mâ-yeşâ tasarruf eder” denmektedir. “Keyfe mâ-yeşâ”, “nasıl isterse” demektir. Daha amiyane tabirle “keyfinin istediği gibi” demektir.
Mecelle şarihi Ali Haydar Efendi, Mecellenin 1192’nci maddesini açıklarken
“herkes kendi müstakil mülkünde keyfe mâ-yeşâ yâni dilediği gibi kendi ihtiyâriyle tasarruf eder. Yâni hiçbir kimse tarafından tasarrufa icbâr olunamaz. Yâni ‘sen mülkünü ta'mir ve ıslah et, yıkıp harap etme’ gibi emirler verilmez” [7].
diye yazar.
Özetle, Roma hukuku anlayışında da, İslâm hukuku anlayışında da, tarlasını ekmeyen bir malike devletin diyeceği bir şey olamaz. Malik olduğu tarlayı işleyip ondan ürün elde edip etmeme, malikin yüce gönlünün bileceği bir şeydir. Devlet, malikin keyfinin kahyası değildir ki, onun tarlasına karışsın!
Üst üste iki yıl süreyle işlenmeyen tarım arazilerine devletin müdahale etmesine imkân veren bu düzenleme, insana, hicrî 7 Ramazan 1274 (miladî 21 Nisan 1858) tarihli Arazi Kanunnamesinin 68’inci maddesinin hortladığını düşündürmektedir.
Önce tarihsel bir bilgi verelim: Adı geçen Kanunnamenin 68’inci maddesinde şöyle deniyordu:
“A‘zâr-ı sahîhadan biri tahakkuk etmeksizin bir tarlayı mutasarrıfı ziraat etmeyip ve i‘âre veya icâr suretiyle dahi etdirmeyip de üç sene ale't tevâlî tatil eder ise gerek arazinin olduğu mahalde olsun ve gerek müddet-i sefer ba‘îd olan mahalde bulunsun ol tarla müstahakk-ı tapu olup mutasarrıf-ı sâbıkı müceddeden tefevvuza tâlib olur ise bedel-i misliyle yeniden ona tefvîz olunur; tâlib olmaz ise ol vakit bi'l müzâyede tâlibine ihale kılınır” [8].
Bu şu anlama geliyor: 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi döneminde, mutasarrıfı tarafından geçerli bir özür olmaksızın kesintisiz olarak üç sene boyunca ekilmeyen tarlaların tapusu geçersiz hâle gelirdi. Bu durumda tarlaya “tefevvüz” denen usûl uygulanırdı. Bu usûlde, önce tapu memurluğu tarafından tarla için “bedel-i misil” tespit edilir. Sonra tarla bu bedelle eski sahibine teklif olunur. Eski sahibi bu bedelle tarlaya talip olursa tarla ona verilir, yok eğer eski sahibi tarlaya talip olmaz ise, tarla müzayede suretiyle istekliler arasında ihale edilirdi. Buna uygulamada “ziraatten terk ve tatil sebebiyle mahlûliyet” deniyordu.
Osmanlı’nın son döneminde ziraatten terk ve tatil sebebiyle idarenin aldığı pek çok mahlûliyet kararı ve bu kararlar hakkında Şura-yı Devlette açılmış pek çok iptal davası vardır. Bu davalardan birini iki ay önce yayınladığım Abdülfettah’ın Şikâyeti (1907) ve Yeniçiftlik Köyü – Kale-i Sultaniye Livası Davası (1914-1918) başlıklı kitabın [9] 179 ilâ 362’nci sayfalarında etraflıca inceledim. Bu davanın olaylar kısmının özetine ve hukukî değerlendirme kısmının tam metnine izleyen linkten ulaşabilirsiniz: www.kemalgozler.com/abdulfettah-secki.pdf.
Osmanlı’nın son döneminde Şura-yı Devletin “ziraatten terk ve tatil sebebiyle mahlûliyet” kararlarını sıkı bir şekilde denetlediği ve bu usûlün kötüye kullanılmasının önüne geçmeye çalıştığı anlaşılıyor. Zaten, 1858 tarihli Arazi Kanunnamesinin 68’inci maddesi de devlete bu konuda sınırsız bir yetki vermemektedir. Öncelikle bu usûlün uygulanabilmesi için ziraatten terk ve tatilin geçerli bir özre (a'zâr-ı sahiha) dayanmaması gerekir.
1858 tarihli Arazi Kanunnamesinin 68’inci maddesindeki bu usûl, eleştiriye açık bir usûl olsa bile, adı geçen Kanunnamenin kendi sistemi açısından tutarlı bir usûl olarak görülebilir. Zira Kanunname, miri arazinin üzerinde bireylerin hakkını “mülkiyet hakkı” olarak değil, “tasarruf hakkı” olarak görmektedir. 1858 Arazi Kanunnamesine göre, miri arazinin rakabesinin, yani çıplak mülkiyetinin devlete ait olduğu, devletin miri araziyi işleme hakkını tefevvüz usûlüyle bireylere verdiği kabul edilmektedir. Uygulamada bu tasarruf hakkı, mülkiyet hakkına dönüşmüş ise de, üst üste üç yıl ekilmeyen miri arazinin mutasarrıfından alınmasının teorik açıdan sağlam bir mantığının olduğu söylenebilirdi [10]. Zira miri arazi sisteminde, arazinin işlenmesi mutasarrıf için hem bir hak, hem de bir ödev teşkil ediyordu. Bu ödevini üst üste üç yıl yerine getirmeyen mutasarrıfın bu ödevin karşılığı olan hakkı kaybetmesi de adil olarak görülüyordu [11].
Oysa günümüzde, miri arazi, mülk arazi hâline dönüşmüştür. Tarla sahipleri artık “mutasarrıf” değil, “malik”tirler. Dolayısıyla tarlaları üzerinde, tam mülkiyete, yani “kullanma (usus)”, “ürünlerinden yararlanma (fructus)” ve “tasarrufta bulunma (abusus)” yetkilerine sahiptirler. Yani isterlerse maliki oldukları tarlalarını kullanırlar, onların ürünlerinden faydalanırlar, isterlerse de boş bırakırlar. Bu tarlanın malikinin bileceği bir şeydir.
Son olarak belirtelim ki, şüphesiz ki, mülkiyet hakkı, kanunla sınırlanabilir. Ancak, Anayasamızın 13’üncü ve 35’inci maddeleri uyarınca bu sınırlamanın, kamu yararı amacıyla olması, mülkiyet hakkının özüne dokunmaması, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olmaması ve dahi ölçülü olması gerekir. Malikin tarlasını ekmemesinin kamuya nasıl zarar verdiğini ben anlamış değilim. Malikin tarlasına devletin müdahale etmesi ve onu malikin rızası dışında başka kişilere kiraya vermesi, hâliyle mülkiyet hakkının özüne dokunur; bu durumda mülkiyet hakkını oluşturan “kullanma (usus)”, “yararlanma (fructus)” ve “tasarrufta bulunma (abusus)” yetkileri ortadan kalkar; malike dokunulmamış bir öz kalmaz. Mülkiyet hakkına böyle bir müdahale, demokratik toplum düzeninin gerekleriyle de bağdaşmaz. Nihayet, böyle bir müdahale, ölçülülük ilkesine de aykırıdır. Tarlasını iki yıl ekmedi diye bir kişinin maliki bulunduğu tarlanın devletin ve devletin ihaleyle verdiği bir özel kişinin kullanımına geçmesi apaçık ölçüsüz bir müdahaledir.
Bazen ekili tarlaların ortasında ve yanında bir tarlanın ekilmemesi tarımsal zararlıların barınmasına imkan sağlayarak komşu tarlalara zarar verebilir. Böyle bir durumda tarla sahibinden tarlasını temiz tutması istenebilir. Yine buğday tarlalarının olduğu bir tarımsal alanın ortasındaki bir tarlada çeltik tarımı yapılması örneğinde olduğu gibi bir tarlaya belirli bir ürünün ekilmesi komşu tarlalara zarar verebilir. Bu gibi durumda söz konusu tarla sahibinden komşu tarlalara zarar vermemesi için gerekli tedbirleri alması istenebilir. Böyle istisnaî hâllerde durumun gerektirdiği tedbirler, mülkiyet hakkını sınırlandırsa bile, hukuka uygun ve ölçülü tedbirler olarak görülür. Ama bu gibi durumlarda, devletin tarlaya müdahale edip, malikin rızası hilafına tarlayı başkasına kiraya vermesi ölçüsüz bir tedbir olur.
Malikin rızası hilafına yapılan kiralamada kira gelirinin malike verilmesi de ortadaki hukukî sorunu çözmez. Çünkü eşyanın getirdiği gelir, mülkiyet hakkının sadece bir kısmıdır. Malından gelir elde edip etmemek de malikin keyfine kalmış bir şeydir. Kaldı ki, 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8/K maddesinin öngördüğü kiralama sürecinde tespit edilecek kira miktarı da tarlanın gerçek kira getirisinden düşük olabilir. Kanunun öngördüğü “rayiç bedel” güvencesinin uygulamada gerçekçi bir güvence olabileceği çok şüphelidir.
Mülkiyet hakkı, çocuk oyuncağı olan bir hak değildir. Bu hak, siyasî iktidarın, art niyetle ve hatta iyi niyetle, düzenleme denemeleri yapabileceği bir hak hiç değildir. Mülkiyet hakkı, liberal bir hukuk devletinin temelini teşkil eden olmazsa olmaz temel haklardan biridir. Bu hakka bir hukuk devletinde en büyük dikkat ve özenle yaklaşılmalıdır. Mülkiyet hakkının güvence altında olmadığı bir devlette, kimse güvence altında değildir.
K.G., 4 Eylül 2025